Cumartesi, Ocak 21

Mehmet Ruhi Su

“Gelin canlar bir olalım” dedi, “ölsün” dediler, öldürdüler..

Yıl 1912..
Van’da doğdu..
Adı Mehmet’ti..
Mehmet Ruhi Su..
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti..
Onları hiç tanımadı..
Neden kaybettiğini hiç bilmedi..
Kimsesiz kalmıştı..
Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası..
Ne amcası, ne dayısı..
“İtten aç, yılandan çıplaktı..”
Ailesi artık Anadolu insanıydı..
“Hangi taşı kaldırsam
anam babam..
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim” derdi.
Neden kimsesizdi?.
Neden tek bir yakını yoktu?..
Yıllar sonra Yalçın Küçük Ruhi Su’nun Ermeni yetim olabileceğini yazdı..
Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, “Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti..
Kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim” diye yanıtlardı..
Ruhi Su’yu Adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler..
1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi..
Bunlar amcan ve yengen dediler..
Onları öyle bildi..
Adana’nın İngiliz İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su’yu terketti..
Bunun üzerine Öksüzler Yurdu’na verildi..
Müziğe meraklıydı..
Yurtta bağlama, keman çalardı..
Çok başarılıydı..
Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okulu’na, ardından Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’ne girmeyi başardı.
Yıl 1942..
Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi..
Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı..
Devlet Operasında çalıştı..
Yıl 1951..
Devlet, türkülerinden rahatsız oldu..
Komünist diye içeri attılar..
Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
Tabutluğa kondu..
Beş yıl hapis yattı…
Ama yılmadı..
“Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır..
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.
Yıl 1957
Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu..
İşi kısa sürdü..
Kovdular..
Kovulma nedeni şu türküydü..
“Serdari halimiz böyle n’olacak..
Kısa çöp uzundan hakkın alacak..
Mamurlar yıkılıp viran olacak..
Akıbet dağılır elimiz bizim.”
Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı..
Düşmanı da çoğaldı..
Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..
Uzun süre işsiz kaldı..
27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi..
Yıl 1962..
Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık birçalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu..
İsyan etti..
Emeği sömürülmüştü..
Mahkemeye gitti
Kazandı..
Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı..
Yılmadı..
Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi..
Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı..
Yıl 1969..
Kanlı Pazar..
16 Şubat’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı..
“Bu Meydan Kanlı Meydan
Ok Fırladı Çıktı Yaydan
Kalkın Ayağa, Kalkın
Biz Şehirden, Siz Köyden.”
Halkı isyana teşvikten yargılandı..
Yılmadı..
Yıl 1975..
Dostlar Korosunu kurdu..
Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi.
Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
Başta Pir Sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi..
“Benim kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır.” dedi..
Yılmadı..
Yıl 1977..
1 Mayıs katliamına haykırdı.
“Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular gübegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar.”
Yılmadı..
Kahramanlık türküleri çaldı..
Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı..
Ankara’nın taşına bak, Kuvai Milli destanı..
Ezilen Anadolu halkının sesi oldu..
“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı.”
Yıl 1980..
Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu..
Ruhi Su kemik kanserine yakalandı..
Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu..
Pasaport vermediler..
Askerler yurtdışına çıkmasını engellediler..
“Ölsün” dediler..
1985 yılında öldü..
“Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden.”
Geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı..
Cenaze töreni 12 Eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü..
Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler Şişli Camisi’ne aktı..
Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi..
Cenazesi Şişli’den Zincirlikuyu’ya giderken, onbinler haykırdı..
“Ruhi Su’lar ölmez”
Ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı..
Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı..
Devlet memuru olanlar işinden atıldı..
Yıl 1990..
Zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı..
Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı..
Başarılı olamayınca kurşunladılar..
Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı..
Dosya kapatıldı..
Yıl 2010..
 Hülya Avşar kendi televizyon programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk ediyordu..
İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konulduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hülya Avşar, “Ona da buradan selam yollayalım” dedi.
Karaca’nın “Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, “Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu..

Nazım Hikmet’in sözüdür..
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”
Ruhi Su’nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır..
Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur..Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu’nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır.. Dicledir, Fırattır, Çoruhtur.. Anadolu’nun her yerinde gürül gürül akmaktadır…
Çünkü Ruhi Su, çeliktir..
..Ve çelik aldığı suyu unutmaz..
Birgün mutlak hesap sorar..
“Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar”

Sürgün günlükleri


Salı, Ocak 17

Bir Doktorun kaleminden...

2015 yılında Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Savan Günay'ın Suriye sınırından geçen sığınmacılar ve çocukları ile ilgili yazısı sosyal medyada paylaşım rekoru kırıyor. 

Doktor Günay'ın iddiasına göre Türkiye önümüzdeki süreçte çok sıkıntılı sağlık sorunları yaşayacak. 




İşte Dr. Savan Günay'ın paylaşım rekoru kıran yazısı;

Bir çocuk doktoru olarak...
Size söylüyorum...

Ülkeye 4,5 milyon Suriyeli doğurgan çift almakla beraber 1 milyon 800 bin aşısız…
Bazı kaynaklarda 2 milyon Suriye uyruklu çocuk aldınız...

Ülkemin son 30 yılda emek emek, ilmik ilmik yapılan demografik aşı haritasını değiştirdiniz...

30 yıldır görülmeyen kızamık hastalığını hortlattınız. Türk çocukları 30 sene sonra kızamık geçirir oldu...

İlk olarak batı Şeria ve Gazze’den kontrolsüz geçiş suretiyle... 
El ayak ağız hastalığı hortladığında bakanlığı uyarmıştım...
O dönemim Sağlık Bakanı kısa bir çalışma başlatmıştı...
Sonra Suriye faciası ile olay kontrolsüz bir hale geldi ve Ülkenin aşı politikasının ruhuna el Fatiha okudunuz..

Yine 30 yılda sıklığı 1000 de 2 ye düşen suçiçeği hastalığını %100 de 4'e fırlattınız...
Eredike ettiğimiz (yani sıfırladığımız) el ayak ağız hastalığını 10000 (on binde 1 görülürken) %2 görülür hale getirdiniz…
Ölüyü hortlattınız...
Bunlar korkunç rakamlardır... 
Bu sektörde çalışanlar iyi bilir…


Sınır kapılarında aşı yapmak 1,5 milyon çocuk geldikten sonra aklınıza geldi...
Önünüze geleni ülkeye aldınız.. 
Almayın demiyorum...
Ama kontrollü alınız…
Böylece aşılanmış çocuklar ve aşılanmamış çocuklarla, aşılanmış olanlarında immün (bağışıklık) sistemi bozuldu. 
Size söylüyorum…
Sayın Sağlık Bakanı,
Biz 50 yıl bu hastalıklarla tekrar mücadele edeceğiz...


Kim için?
Ne için?
Ne adına?
Benim çocuklarımın bahar yaşadığı bu iklime, kontrolsüz 2 milyon aşısız çocuk sokarak…
Ülkeyi 50 yıl öncesine götürdünüz...
Bunun acı faturasını Türk çocukları daha sonraki yıllarda ödeyecek...
Ya siz ne ödeyeceksiniz!!!
Ben ülkemin meftunu, aşığıyım…
Gerçek budur ve halkım bilmelidir...


Dr. Savan Günay
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı

Pazartesi, Ocak 16

Eskidendi...


Pazar günü banyo günüydü

Banyo taburesine oturmadan önce su döken nesiliz biz.
Annemizin sinirlenince kafamıza 'dannk' diye ses çıkartan taslarla yıkandık banyodan sonra havluya sarılıp sobanın yanına geçtik..
Saçlarımızdan düşen suları sobaya düşürür cısss sesini dinledik. En güzel mahalle maçlarını annemizin zamansız banyo yaptırmaları yüzünden kaçırdık. 

Cumadan verilen ödevi pazar akşamı yapan nesiliz.

Aynı simidi 2-3 kişi yiyip aynı şişeden gazoz içtik. Arkadaşın bisküvisinden alınca içi yanan değil mutlu olan nesildik. 

Anne terliğinin tadına doyumsuz bakmış, pazar banyosunu genelde leğende hacı şakir sabunu ve maşrabayı kafasına yiye yiye yıkanmış tertemiz çocuklardık.

Bizler kardan adam yapıp erimesin diye dua eden çocuklardık. Sokak oyunundan vazgeçemeyip, salça ekmek yiyip doyan çocuklardık.

Yere düşen ekmeği öpüp başımıza koyardık, tuvaleti geldiğinde annesi eve alır korkusuyla sokağa çiş yapan çocuklardık.

O günler çok çok güzeldi hele hele bugünlerle karşılaştırıldığında.

Cuma, Ocak 13

HANZADE, Nam-ı diğer BALTALI HANO



12 yaşındaki oğlu için 21 adamı baltayla öldüren ilk kadın kabadayı Baltalı Hano

Osmanlı döneminde civar sakinlerine kök söktüren bir kadın kabadayı vardı, filmi çekilse izlenecek bu karakterden biraz bahsedelim:

Hanzade isimli bu korkulası kadın, İstanbul'un varoş semtlerinden birinde yaşıyordu. Bir kabadayının sevgilisiydi ve kendisi de bir kabadayıydı. Kayıtlara geçen ilk kadın kabadayı olarak bilinir. "Baltalı Hano" adıyla anılırdı.

Bir gün 12 yaşındaki oğlu ortadan kaybolunca telaşlanır, yollara düşmek ister ama sevgilisi engel olur. Hem kabadayı olmasının hem anne yüreğinin verdiği gazla erkek kılığına girmeye karar verir ve sevgilisini takip etmeye başlar.

Takibi boyunca sevgilisinin gece naralar atıp haraç topladığına tanıklık eder. Sonra da geceyi bir hamamda sonlandırdığını görür. Hamama da girer, oğlunun burada "hamam oğlanı" yapıldığını görür. Yani babası, oğlunu oradaki adamlara pazarlıyordur.

Hanzade buna celallenince de hamamı yakmak için kullanılan odunların yanındaki baltayı eline alır ve "Turkish Psycho" rüzgarları estirerek sevgilisi dahil 21 kişiyi oracıkta öldürür.

Oğlunu oradan alır ve kanlar içinde mahallesine döner. 17 ay boyunca civardakilere kan kusturur. Ama sonra haraç almak ve 21 adamı baltayla öldürmekten yargılanır, kurşuna dizilerek öldürülür.




Pazar, Ocak 8

TANYA.. Ülkesine aşık bir kadın...

Tarih boyunca direnmiş tüm kadınlara selam olsun...

VE TANYA SALLANDI 
İPİN UCUNDA..

1942 yılının Ocak ayıydı..
Bu günler..
Moskova buz kesmişti..
Öyle soğuk bir yel esiyordu ki,
Ölüm bile üşüyordu..
Moskova yakınlarında bir cenaze töreni..
Gömülen 18 yaşında bir genç kız..
Sessiz sedasız...
Gencecik bedeninin üstü buzlu toprakla örtülüyordu..
Mezarın başındaki tahtada şunlar yazıyordu..
Zoya Kosmodemyanskaya..
Doğum 1923
Ölüm 1941..
Kimdi bu Zoya Kosmodemyanskaya?
Niye ölmüştü?.

*. *. *

Zoya, “yaşam” demekti..
1923 doğumluydu..
Rusya'da eğitimli bir ailenin kızıydı..
Babası kütüphaneci, annesi öğretmendi..
Kitaplarla büyümüştü..
Daha 15'nde Puşkin'i, Tolstoy'u, Cervantes'i, Goethe'yi, Shakespeari'yi okumuş, Beethoven ve Çaykovski dinlemişti..
16'sında Sovyetler Birliği Komünist Parti gençlik örgütü “Komsomol”a katılmıştı...
1941 yılının Haziran ayıydı..
Nazi Almanyası Rusya'ya saldırmıştı..
Hergün yeni bir yer işgal ediliyordu..
Zoya 18'ine yeni basmıştı, gönüllü olarak askere yazılmıştı..
Annesi karşı çıkmıştı..
Ama dinlememişti..
“Düşman bu kadar yakınken başka ne yapabiliriz?” demişti..
Kısa süreli bir silah eğitiminden sonra Partizan'a katıldı..
Kod adı Tanya oldu..
Saçlarını kestirdi..
Gören erkek sanıyordu..
Görevi Moskova çevresinde işgal altındaki köylerde Naziler'e baskın yapmaktı.

*.   *.   *

Tarih 25 Kasım 1941 idi..
Tanya Alman süvari alayının karargah kurduğu Petrischevo'yu basacaktı..
Köye gizlice sızdı..
At ahırları ve Rusların kaldığı evleri ateşe verdi..
Tam uzaklaşacak bir Rus işbirlikçisinin ihbarıyla yakalandı. 
Elbiseleri çıkarılınca kadın olduğu anlaşıldı..
Naziler gece boyunca işkence ve tecavüz ettiler..
Sordular..
Bilmiyorum dedi..
Sordular..
Söylemem dedi..
Sordular..
Konuşmam dedi..
Sır vermedi..
Sadece kod adını söyledi..
Tanya..
Naziler çılgına döndü..
İşkence ve tecavüz sabaha kadar sürdü..
Ertesi gün kar üstünde yürürttüler Tanya'yı..
İşkenceden tüm bedeni mosmordu..
Köy meydanında dar ağacını kurdular..
İki makarna kasası..
Yağlı urgan ve cellad..
Tanya tabureye çıkarken gülüyordu..
Urgan boynuna takılmadan kendisini izleyen yurttaşlarına bağırdı..
“Yoldaşlar! Neden bu kadar kasvetlisiniz? Ölmek için korkmuyorum! Halkım adına öleceğim için mutluyum!”
Sonra Nazi askerlerine döndü..
"Siz beni şimdi asıyorsunuz ama yalnız değilim.Biz iki yüz milyon insanız.Hepimizi asamazsınız."
Cellad tabureyi çekti.
Tanya 18'nde ipin ucunda can verdi..

*.   *.   *

Naziler ibreti alem için Tanya'nın cansız bedenini haftalarca idam sehpasında asılı tuttular..
İki aya yakın her önünden geçen Nazi askeri cansız bedeni dipçikledi, tekmeledi.
Soğuk havada beden çürümedi ama morardı ve şişti..
Sovyet Ordusu 1942 yılının Ocak 20'sinde bölgeyi ele geçirince, idam sehpasından indirildi ve gömüldü..
Tanya'nın idamı tarihte bir dönemeçti..
Naziler'in yenileceğinin müjdesiydi..
Gömülmeden çekilen fotoğrafları tüm Sovyet askerlerine dağıtıldı..
Ve emredildi..
"Düşmana saldırırken, Tanya'yı düşünün."

*.   *.   *

Nazım Hikmet şöyle yazdı Tanya için.
"Tanya, 
Senin memleketini sevdiğin kadar
ben de seviyorum memleketimi,
Seni astılar memleketini sevdiğin için,
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim..
Tanya,
Sen asılan partizan,
ben hapiste şair.
Sen kızım, sen yoldaşım.
Resminin üstüne eğiliyor başım."

Hayat güzelliklerle dolu

Sevgili dostlar bu gerçek bir hikayedir..
Aslında bir tür sosyal deneydir. İçeriği etrafımızdaki güzelliklerin ne kadar farkına varabiliyoruz, bu güzellikleri yaşayabilmek için ne kadar zaman ayırıyoruz.
Hayat beklenmedik güzelliklerle dolu, keyfini sürün..
Keyifle kalın...


Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca 6 Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider...

Kemancı çalmaya başladıktan ancak 3 dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk 1 dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler şunlardı: Sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise; dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?...Alıntı