Cuma, Mayıs 13

Bunda da bir hayır var!

Kapılara inanırım ben.
Bir kapı kapanır, bir başka kapı açılır..
Her kapının kapanması yeni bir başlangıcın sebebidir bence.
İşte bu yüzden yüzünüzü daima yeni açılan kapının ışığına çevirin.



HER ŞERDE BİR HAYIR VARDIR




Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. 
Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. 
Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. 

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: 

“Bunda da bir hayır var!” 

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi: 

“Bunda da bir hayır var!” 



Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
“Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?” 
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. 





Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.  

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. 

“Haklıymışsın!” dedi. 

“Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi”   


“Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı. 
“Bunda da bir hayır var” 

“Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral. 
“Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir” 

“Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? 
Ve sonrasını düşünsene?”



Perşembe, Mayıs 12

Bakış açısı

GÜZEL BİR GÜN

Yeni bir yastık altı hikayemiz var..

Sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemek delilik emaresiymiş.
Genelde farklı sonuca ulaşmak için bakış açınızı değiştirmeniz gerekir.




Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. 
Dizlerinin dibinde de bir tabela varmış.

Üzerinde “doğuştan kör” yazılı olan bir tabela.

Pek   çok  insan gelip geçmesine rağmen  kimse   ona yardım  etmiyormuş. 

Oradan geçen  bir reklamcı   bunu   görmüş.  Zavallı dilenciye acıyıp   tabelayı almış,   tabelanın arkasına bir şeyler  yazmış. Sonra  da  tabelayı  aldığı  yere   bırakmış. 

Ne olduysa olmuş!..
Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya para atmaya.

Bir cümle yetmiş onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına…

Reklamcı ne mi yazmış?

GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ… AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM…


Çarşamba, Mayıs 11

Talebi kendiniz yaratın

George Bernard Shaw

Bugün ki yastık altı hikayemiz Bernard Shaw'dan.
Yine gerçek, yine yaşanmış 
ve hatta test edilip, onaylanmış bir hikaye.. ;)



Bernard Shaw’un söylediğine göre, ilk kitabını bastırdığı zaman, tabi ki ortada kitapları için bir talep yoktu. Kimse, George Bernard Shaw’ı duymamıştı. Nasıl talep edebilirsin? “George Bernard Shaw’ın kitabını istiyorum” diye nasıl söyleyebilirsin ki? 

O yüzden o da ne yaptı?

Bütün gün dolaştı. Kitabını bastırdı, gerekli parayı tedarik edip, kendisi bastırdı. Ve sonra, bir kitapçıdan diğerine giderek, “George Bernard Shaw’ın kitabı var mı?” diye sormaya başladı. 
“George Bernard Shaw mı? Bu adı hiç duymadık,” yanıtını alıyordu. 
“Çok garip. Bir kitapçısınız ve böyle büyük bir yazarı hiç duymadınız mı? Yoksa çağın gerisinde mi kaldınız? İlk fırsatta mutlaka George Bernard Shaw kitabı alın,” diyordu. 

Sadece tek bir kitap bastırmıştı, ama birkaç kitabın reklamını yapıyordu. Çünkü zaten kitapçıları dolaşırken, neden sadece tek bir kitabın reklamını yapsın ki? Sonuçta tek bir kitap, bir insanı büyük yazar yapmaz. 
Kıyafet değiştirip, bazen şapka, bazen gözlük takıp tekrar giderdi. 
Ve insanlar George Bernard Shaw’ın evini aramaya başladı. 

Bütün bu reklamı ve talep oluşturmayı kendisi yapmıştı.


İlk kitabını öyle sattı. Sokaktaki insanlara veriyordu. 
“Duydunuz mu? Çünkü ben George Bernard Shaw adında bir yazarın yazdığı kitap hakkında çok şey duyuyorum. İnsanlar, harika, muhteşem olduğunu söylüyor. Siz duydunuz mu?” 

İnsanlar, “Hayır, daha önce adını bile duymadık,” diyordu. 
“Çok garip. Ben Londra’yı kültürlü bir toplum sanırdım!” derdi. 

Sonra kütüphanelere, kitap kulüplerine ve talep yaratacağı diğer her yere giderek, o talebi yarattı. Kitabı sattı ve sonunda, çağının en büyük yazarlarından biri oldu. 

Talebi kendisi yaratmıştı.

George Bernard Shaw Kimdir??

(26 Temmuz 1856Dublinİrlanda - 2 Kasım 1950Hertfordshireİngiltere), İrlandalı yazar. Oyun yazarı olarak ünlenen yazar, altmıştan fazla oyuna imza atmıştır. Hem 1925'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938'dePygmalion ile Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olmuştur. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olmuştur. Shaw, vejetaryen olmasının yanında ayrıca içki ve sigaradan da hayatı boyunca kaçınmıştır. Ayrıca resmi eğitime de karşı çıkmıştır. Shaw, 94 yaşına geldiği 1950'de, ağaç budarken merdivenden düştükten sonra oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucunda olaydan birkaç gün sonra ölmüştür.





Salı, Mayıs 10

KİM HAKLI ?

Genelev


Bugün ki hikayemiz; 
Aynen günümüzde olduğu gibi 
kimi dinsizlerin menfaat ve çıkarları uğruna 
nasıl dindar gözüktükleri ile 
kimi dindarların çıkarları uğruna 
nasıl dini inkar ettiklerinin hikayesidir...



Küçük kasabanın birinde bir caminin tam karşısında arazisi olan adam, bir genelev inşa etmeye başlamış. 

İmam ve cemaat buna şiddetle itiraz etmişler.Ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamamışlar.

Tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için her gün beddua etmekten öteye geçememiş.


İnşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş. 
Caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler.


Genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direkt veya indirekt olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddiası ile camiye karşı tazminat davası açmış.
Cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler.Bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği iddiasını da kabul etmemişler. 


Gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde hakim dosyayı dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:
Bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum, demiş.
Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var.
-Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati…!





Pazartesi, Mayıs 9

STANFORD ÜNİVERSİTESİ

Bu da size bir yastık altı hikayesi olsun. 
Ama bu sefer ki gerçek, yaşanmış bir hikaye... 

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip, utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez sekreter, masasından fırlayarak önlerini kesti. Öyle ya, bunlar gibi ne olduğu belirsiz taşralıların Harvard gibi bir üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı… Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla “Bekleriz” diye mırıldandı. Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi… Sekreter, sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı.  “Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok” diyerek, rektörü ikna etmeye çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. 
Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo, içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın, hemen söze başladı. Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi; “Hanımefendi, biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner” dedi sert bir ses tonuyla.
“Hayır, hayır!” diyerek haykırdı yaşlı kadın. “Anıt değil… Belki Harvard’a bir bina yaptırabiliriz.” Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir bakış fırlatarak “Bina mı?” diye tekrarladı. “Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı.”
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: ” Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz o halde?”
Rektörün yüzü karmakarışıktı… Yaşlı adam, başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California’ya, Palo Alto’ya geldiler. Ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. 
Amerika’nın en önemli üniversitelerinden birini; STANFORD’u…