Çarşamba, Ocak 20

VAROLANLAR BANA YETER







Minimal olacaksın...


Geçenlerde Nil Karaibrahimgil bir yazısında "Charlotte Kuralı" nı anlatmış. Böyle bir kural olduğundan Nil'in yazısını okuyunca haberdar oldum. Aslında bu benim 3-4 senedir kendi hayatımda uygulamaya çalıştığım ve kısmen başarılı olduğuma inandığım bir yaşam 
şekli.  Konunun özü; az ile, ihtiyacın olan kadarla yaşamak.  

İhtiyacın olandan fazlasını başkalarıyla paylaşmak, ihtiyacın olmayan eşyaları ihtiyacı olanlara dağıtarak minimalist bir yaşam şeklini tercih etmek. İhtiyacı olanların mutluluğuna katkıda bulunmak, fazlalıklardan kurtulmak, hafiflemek, nefes alacak yer açmak, dans edecek alan yaratmak...
O kadar iyi geliyor ki insana, eskilerden kurtulmak, ölmüş, misyonunu tamamlamış eşyaların  yaydığı negatif elektrikten kurtulmak. 

Eskiden eşyalarıma çok bağlıydım, onlardan vazgeçemezdim. Herşeyin anlamı, bir hatırası vardı. Orada durmalıydı. 

Sonra bir gün 9 yıl oturduğum evden taşınırken farkettim ki; evin orasına burasına sıkıştırdığım ve orada olduğunu unuttuğum, dolayısıyla ne hatırasının ne de bende bıraktığı izin bir anlamı olmadığını fark ettiğim bir dolu fazla eşyam var. Bardak altlığından tutun, çalışma masası ve kitaplığa kadar. Bu kadar çok eşya, bana gerek değil ama bir yerlerde birilerinin çok önemli ihtiyaçlarını, geçici süreyle de olsa, karşılayabilirdi. 

Herşeyi derledim toparladım, hatta istifledim. Aileye verilecekler, komşulara yararlar, tanıdıkların tanıdıkları ve hatta sokaktan geçen insanlar için bile ayrıştırdım. Bir de taşınırken nakliyeci dostlarımın "abla bunu ben alim mi?" diyenleri..

Böylece 3+1 155 metrekare ev, tastamam 50 metrekareye sığar hale geldi. Ama inanır mısınız hala fazlalıklar var, farkındayım!!! Ama ben de insanım biraz zamana ihtiyacım var. 
Herşeyden öyle kolay vazgeçilemiyor. 


Artık eşyalarımla çok fazla bağ kurmamaya çalışıyorum. (Kanepem hariç, onu çok seviyorum. Ondan başka herşeyden vazgeçebilirim) Böyle gitmeye hazır bir haldeyim. Her an her yere gidebilirim. Ölsem gam yemem modu bu olsa gerek. (kanepeyi de bu yüzden çok seviyorum zaten, orada uyurken ölebilirim)





Bir hafiflik hali, eve girince bir ferahlık, sadelik. mesela ben evde bir başımayken deli gibi dans ederim. Düşünsenize her an dans edecek koca bir alan var. Sehpayı koltuğu çekiştirmeye gerek yok. 

Ben sahip olduklarımın değerini bilerek yaşamayı öğrendim. Sahip olamadıklarım ya da olamayacaklarım için çaba sarfedip zamana karşı eğilip bükülmeye gerek yok. 



Var olanlar bana yeter.. 

Ailem var benim, dostlarım var. Sağlığım yerinde, iyi bir işim var, yakında emekli de olacağım. Daha ne isterim hayattan. Bunlar bana yetiyor fazlasına gerek yok, ihtiyaç da yok.
Bu benim yaşam formum artık. S A D E L İ K ...


Yani bir düşünürün dediği üzere "Zenginlik çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır"


Kapanış sözü de Mina Urgan'dan gelsin "Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın acısına ise ayıracak zamanım yok. Hayat çok kısa." 



--------------------------
Charlotte kuralı
Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi çok varlıklıdır hatta. Geçen yaz, Güney Fransa’daki malikánelerini, Brad Pitt-Angelina Jolie çiftine kiralamışlardı. Hatta, "Geldiğimizde evde, hizmetlilerden başka kimse olmasın" diye tembihlemelerine rağmen, Charlotte gidişini muzipçe geciktirmiş ve bu meşhur çiftle tanışmıştı. Bense Charlotte’u geçen hafta Paris’te tanıdım. Şu ana kadar, fütursuz bir roman girişi gibi gelişen bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.
Paris’te, bir arkadaşım beni Charlotte’un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. <ı>İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, "Oh... Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.

Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde. Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Küvetin kenarında öyle yalnız başlarına... (Birbirleriyle uzun zamandır konuşmadıklarına eminim.) Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da... Hayatta bazen, birleştirdiğin kalıpların tamamen dışı bileşimler olur da, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. Çözemedim. Ona zaten banyosunu gördükten sonra, "miss simplicity" adını takmıştım hemen. Bayan Sadelik. Beni şaşırtan şey, aynı zamanda modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?... Koca koca alışveriş merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım. Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli. Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder