Cuma, Haziran 17

Dibe vurmak...

Dibe vurmak;
belki kulağa çok da çekici bir fikir gibi gelmiyor olabilir 
ama bir kez vurdunuz mu 
artık sizi durdurması çok zordur #gençler..

Hayatında En Az Bir Kez Dibe Vurmuş İnsanların Çok Daha Güçlü Olmasının 17 Sebebi

1. Kimin gerçekten yanlarında olduğunu görmüş, insanları iyi tanımışlardır…
2. Kaybetmekten daha az korktukları için hayatlarında radikal değişiklikler yapmaları daha kolaydır…
3. Zannettiklerinden çok daha fazlasına dayanabildiklerini görmüşlerdir…
4. Yakınlarındaki insanlar benzer zorluklar yaşadığında onların yanında olur, onlara kucak açarlar…
5. Öyle zorluk çıktı diye kendilerini bırakıvermezler. Ölür ölür tekrar dirilirler…
6. Dibe vurmak, kendileriyle alakalı olumsuz ve zayıf yönleri görmelerini de sağlamıştır. Kendilerini bilir dibe vurmuşlar…
7. Her şeylerini kaybettiklerinde bile aslında ellerinde ne kadar çok şeyin kaldığını görmüşlerdir.
8. Hayatlarında fazlalık olan ilişkileri ve durumları sona erdirmekten korkmaz, çekinmezler…
9. Kendileri için en önemli şeyin ne olduğunu bilirler ve hayatlarını bunun üstüne kurarlar…
10. Etraflarında az insan vardır fakat bu insanların hepsi de gerçekten sever ve sevilirler…
11. Her şeyin geçici olduğunun farkındadırlar. Kontrollerini kaybedip etraflarına zarar vermezler…
12. Zor zamanlarda arkasına saklanacak insan aramazlar. Kendileri için savaşmakta onların üstüne yoktur…
13. Hayatlarına pek çok farklı bakış açısından bakmayı bilirler ve geleceği iyi sezerler…
14. Yaşadıkları her zorluktan sonra kendilerinin bir üst modeline geçtiklerini ve daha da güçlendiklerini bilirler…
15. İnsanın yaşamını sürdürmek için aslında ne kadar az şeye ihtiyacı olduğunu anlamışlardır…
16. Özgüvenleri yüksektir. Hiçbir şey için “yapamam” demezler…
17. Ve iyi oldukları zamanların kıymetini herkesten daha iyi bilirler…



durum bildiriyorum...

Perşembe, Haziran 16

Başkasının zaferini çalmak..

Bugün ki yastık altı hikayemiz Doğan Cüceloğlu'ndan.


Yirmialtı yaşındaydım. Amerika'ya yeni gitmiştim.
Osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum.
Aynı odada John ve Gary adında iki asistan daha var.
Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm.
Gary oğlunu getirmişti.
Herkes kendi işini yapıyordu.
Ben de masama oturdum. Çalışmaya başladım.

Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı, fark ettiğimde çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. 
Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu.
Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu, tamamı ile kendi işiyle meşguldü.

Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum. ''Hoppa!'' dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu.
Önce şaşaladı.
Sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı.

O zaman bilmiyordum.
Ama şimdi biliyorum.

Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi.
Ben de onun amcası.
İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı.
Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!
Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary'e baktım.
“Neden yaptın?” diye sordu.
Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde,
“Çıkmaya çalışıyordu” dedim.
Gary “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını. Sen niye yaptın?” diye üsteledi.
Şaşırdım ve sinirlendim.
İçimden “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm”
Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum.
Sonra sordu “Sen ne yaptığının farkında mısın?”
İçimden yine sinirlendim.
İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim.
“Bak” dedi.
“Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat. Belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı.
Öyle ucundan tutmuyordu. Çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu, bırakmayacaktı.
Deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı.
Çıkınca dönüp bana bakacaktı.
Ben de ona “çıktın” diyecektim.
Sonra inecekti.
Yine uğraşacaktı.
Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı.
Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti.
Bu onun bugünkü zaferi olacaktı.
Sen onun zaferini çaldın!'' 


Öylece bakakaldım.
Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.

Biliyor musunuz?, iki hafta sonra Gary'e sordum.
Neden sadece “çıktın!” diyecektin?
Neden ''Aferin sana oğlum, alkış alkış'' değil?
Verdiği cevabı hiç unutmayacağım.
“Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”

( Doğan Cüceloğlu - Gerçek Özgürlük )


Kısa boylu olmak...



Bir gün yakın arkadaşım @Gürlen'le ev aksesuarları satan bir mağaza dolaşıyorduk.
Dört katlı bir yer, içinde aradığın her şey var.
Mağazadan çıkmaya hazırlanırken;
Gürlen:
-benim banyo dolabı almam lazım dedi.
Ben de:
-nasıl bir şey bakıyorsun, çekmeceli, kapaklı, camlı, vs.. dedim
-ya bilmiyorum ki, biz boylarda bir şey !!! dedi
-sana bi çakarım 2,80 olursun deyince
sevgili dostum ne dediğini anca fark etti.
Ne demek kardeşim "biz boylarda", tamam kısayız ama dolap, 
hem de banyo dolabı tarif edilirken söylenir mi bu.

Bak yemin ediyorum kavgada söylenmez bu laflar.
Uyarıyorum #gençler "benim boyum kısa, benim burama çabuk geliyor"
Demedi demeyin...
Hem kısa boylu olmanın sempatik tarafları da var; şiriniz mesela ;)


1. Gömlek ve t-shirtlerin, o giydiğinde dünyanın en rahat kıyafeti olur.
2. Onlara şirinliklerinden dolayı kızamazsınız...
3. Fantastik bütün kahraman isimleri bir anda anlamlı gelmeye başlar.4. Senden önce duş aldığını direk anlarsın!
5. Sokakta yürürken insanların garip bakışlarına tanık olursunuz.6. Onunla dışarı çıktığınızda kimliği yanında olmalıdır çünkü her zaman yaşını sorarlar.7. Kalabalık bir konserdeyken gözünüzü ondan ayıramazsınız çünkü kaybettiğiniz an şirin sevgilinizi bulamazsınız.8. Her ne kadar küçücük de olsa yatağın ve yorganın hepsine ihtiyacı vardır.9. Ve tabii ki yorganın bir parçasını üzerinize almak için size bol şans!10. Çoğu zaman ona bakmaktan sırtın ve boynun tatlı tatlı ağrır.11. O küçücük bedeniyle senin 1 adımın için 2 adım atmak zorundadır. Biraz yavaş yürü de onu yorma!
12. Gücünüz ne olursa olsun onu kucaklayabilmek sizi bir Spartalı yapar.
13. Görevin; yüksek raflardaki şeyleri sevgiline vermektir.14. Ona yemek yaparken ne kadar yiyeceğini asla kestiremezsin.15. Normal bir insanın yediği şeylerden istediğinde ise kalanı hep sen yersin.16. Ona sarıldığınızda ise kendinizin küçücük onun kocaman olmasını istersiniz.17. Bazen kendi kol desteğiniz gibi hissettirir.








18. Sizi öperken parmak uçlarına yükselmesi kalbinizi eritir.
19. Zeka, güzellik ve tatlılık böyle küçücük bir şeyde nasıl toplanmış diye her geçen gün bir başka aşık olursunuz!



15 Haziran'ın ardından...

Ne çok dost biriktirmişim ben.
Ne çok sevenim varmış.
Ne çok hatırlayanım.
Hatırlamasa da aklında, kalbinde olduğumu bildiklerim de var.
İyi ki varsınız, beni çok mutlu ettiniz.
Bana bir değer olduğumu yüzlerce defa hatırlattınız.
Hepinize çok teşekkür ederim.
Sevgiyle kalın..

Çarşamba, Haziran 15

Balpare Tatlısı


Ben yaptım serisinde bugün "Balpare Tatlısı" var.
Bu tatlı ile ilk tanışmam, bir ev ziyaretine giderken pastahaneden alışımla oldu.
O akşam tadan herkes çok beğendi.
Sonra "ben bunu evde yapabilirim" diye düşünerek biraz araştırdım 
ve bir tarif buldum. 
Ve tabiki test edilip onayladım.
Yapımı oldukça kolay, zaman almayan, şekerpareye benzeyen bu tatlı
ballı (şerbetli) tatlılardan olmasına rağmen 
çok hafif ve her lokmada bir tane daha dedirten tatta.

Afiyetle...

MALZEMELER


  • 200 gr oda sıcaklığında yumuşamış tereyağı
  • 2 yumurta
  • 1 çay bardağı pudra şekeri
  • 1 çay bardağı sıvıyağ
  • 2 yemek kaşığı kakao
  • 1 çay bardağı irmik
  • 4 su bardağı un (yaklaşık)
  • 1 paket kabartma tozu

Üzeri için:
  • Yeteri kadar fındık
  • Yeteri kadar beyaz haşhaş

Şerbeti için:
  • 3 su bardağı toz şeker
  • 4 su bardağı su
  • Bir kaç damla limon suyu

YAPILIŞI

  • Şerbeti için, şeker ve suyu kaynatın. 10 dakika kaynadıktan sonra limon suyu ilave edip, soğumaya bırakın.
  • Yumuşamış tereyağı, sıvı yağ, yumurta, pudra şekeri, kakao, un, irmik ve kabartma tozunu karıştırıp, yoğurun.(Kulak memesi yumuşaklığında olacak )
  • Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, yuvarlayın ve genişçe bir tabağa koyduğunuz haşhaşa bulayıp, yağlı kağıt serili fırın tepsisine dizin.
  • Her birinin ortasına birer fındık koyun.
  • 180 derecede ısıtılmış fırında yarım saat kadar pişirin.
  • Fırından çıkar çıkmaz sıcak şekerparelerin üzerine ılınmış şerbeti dökün.
  • İyice soğuduktan sonra servis yapın.
Afiyetle...

HEIDI'nin çıplak ayakları



Küçük bir çocuktum, sanırım ilkokul birinci sınıftaydım. 
Öyle olmalı çünkü okumayı yeni öğrenmenin verdiği heyecan vardı. 
Dayım da askerdi aynı tarihte. 
Sözde askerden izne gelirken bana Heidi'in hikaye serisinin ilk sayısını almış. 
(sözde diyorum çünkü öğrendiğime göre bu kitapları annem alıyormuş).
Tam 8 fasikül, ayda bir. Kuşe kağıt, renkli baskı, kalın kapak.
Nasıl heyecanla beklerdim fasikülleri..
Her hikayeyi okurken çok keyif almakla beraber, çok da içim acırdı.
O çocuk aklımla, çizgi roman da olsa Heidi'nin ayaklarının yaz-kış çıplak olmasına çok üzülürdüm.
Her hikayede olduğu gibi bunda da alttan alttan bir gönderme varmış, bugün öğrendim.
Ve bir kere daha yıkıldım..
Heidi'ler için çok üzüldüm.
Lanet olsun insanlığınıza!!!
Nerede, hangi medeniyette olursa olsun utançlarınızla yaşamayı öğrenin.
En önemlisi de özür dilemeyi bilin..


Heidi’nin ayağı niye çıplak?

Heidi, tüm dünyada sevilen bir çocuk kitabı. TRT’de de uzun yıllar çizgi dizisi yayınlandı. Peki hiç dikkat ettiniz mi, Heidi’nin ayakları neden hep çıplak?
Evrensel Kültür dergisinin şubat sayısında Sevim Akyürek, Johanna Spyri’nin 53 yaşında yazdığı Heidi’nin ayakları ile ilgili bu sırrı ve İsviçre’nin karanlık yüzünü yazdı.
Verdingkinder… Bu kelimeyi, “Sözleşmeli Çocuk” diye çevirsek de Türkçeye, kapsadığı karanlık ve acı öyküyü bilmeden anlamını açıklayamayız. Bu yazıda onlardan “çıplak ayaklı çocuklar” olarak söz edeceğiz.
Karlı dağlarla çevrili yemyeşil çimenlerin üzerinde, sardunyalarla süslü ahşap çiftlik evlerini gösteren kartpostal resimlerinden tanırız İsviçre’yi.
Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.
Yaratıcısı Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Küçük kahramanı aracılığıyla, doğaya, insanlara, hayata Alpler’in öksüz kızının gözüyle bakarken, bütün Verdingkinder’lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır.
Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.
İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışmaları yasaklandı. Ama çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı ve İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi.
Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.

YÜZLEŞME

Birkaç yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye çağrılıyor. Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturdular.
Özellikle 1998 yılından itibaren Olten’da yaşayan birkaç tarihçi bir zamanlar tabu olarak adlandırılan bu gerçeğin konuşulmasını sağlamak üzere, yaşayan bütün Verdingkinder’lere ya da yakınlarına ulaşmak için çalışmalara başladı. Bu işe gönül verenlerden biri Tarihçi Marco Leuenberger. On yaşındayken babası kendisinin bir verdingkinder olduğunu açıklamış ve yaşadıklarını anlatmış.
Bugün oğlu canla başla bu karanlık tarihin ortaya çıkarılması için emek harcıyor. Özellikle 2009 yılındaki Verdingkinder Reden adı verilen sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu edilerek, sonra operaya ve ilk defa bir filme de uyarlanarak konu gündemde tutuluyor.
Konunun toplumda ilgi görmesi, ses getirmesi üzerine sergi 2016 yılına kadar uzatıldı. Bu etkinlikler sonucunda 11 Nisan 2013’ de devlet resmi olarak özür diledi. Verdingkinderler bir zamanlar çocukluklarının çalındığı bu yerde konuşarak tüm çiftliklerden hesap sorarcasına yaşadıklarını anlatıyorlar, İsviçre’ye ve dünyaya. Basel Üniversitesinden Veli Mäder açılışta şimdiye kadar yapılanların ses getirdiğini açıkladı.
Toplumun konuya duyarlılığını arttırdığını, çok sayıda okulu ziyaret ettiğini ve şimdi bir adım öteye geçerek 30 Mart 2014 yılında parlamentonun önünde yapılan protesto gösterisinde verdingkinder ve yakınlarının maddi tazminat istemelerinin sevindirici olduğunu açıkladı.

SANAT VE EDEBİYATTA KÖLE ÇOCUKLAR

Peki, bu dönemde hiç tepki gösteren yok muydu? Vardı kuşkusuz. Örneğin, bir Rus doktorun, bir çiftlikte yoğun tecavüzler sonucu ölen bir erkek çocuğu hakkında ilk defa bir resmi rapor yazması o dönem için sık rastlanılan bir durum değildi. Ama bu tutumundan dolayı dışlandı ve yazdıkları dikkate alınmadı. Aynı zamanda kadın örgütleri, partiler ve sendikalardan da tepkiler gelmişti.
Örneğin kendisi de bir “verdingbub” olan yazar Carl Loosli “Susmuyorum” şiarı ile yazdığı kitaplarıyla mücadelede yerini almıştı. Carl Loosli, İsviçre’nin bir “Verdingbub” yazarı, sosyal eleştirmeni, filozofu, gazetecisi. Yaşadığı dönemde yazdıkları dikkate alınmayan, dışlanan bir yazar. Carl Loosli, “annemi hayatımda yalnızca beş kez görebildim, babamı ise hiç görmedim” diyerek başlar hayatını anlatmaya.
1877 yılında Bern şehrinde gayri meşru bir çocuk olarak doğdu. Sekiz yıl bir çiftlikte yaşadı. 11 yaşından sonraki yaşamı yetimhanelerde, cezaevlerinde ve tımarhanelerde geçti. Ülke ve toplum sorunları üzerine düşünen, mücadele eden bir yazardı. Yaşadığı dönemde konuşulması tabu olan “Verdingkindern” gerçeğini yazdı, İsviçre’nin faşizme ve mültecilere olan tavrını, sanat anlayışını eleştirdi, Yahudiler, kadın ve çocuk hakları gibi sorunlar için mücadele etti. Bu yüzden düşmanı da çok oldu.
Onun “evlilik dışı çocuk” olmasından dolayı devlet ve kilise tarafından kendisine layık görülen yaşamı, İsviçre’nin “karanlık bir dönemine” tanıklık eder. Çocuğun eğitim yerinin cezaevi olmadığını söylemiş ama tüm bunlar yaşadığı dönem için aykırı düşünceler olarak nitelendirilip dışlanmıştır. Her şeye rağmen, İsviçre Yazarlar Derneği ve İsviçre Ressamlar, Heykeltıraşlar Derneği ve Mimarlık Derneği gibi kuruluşların ortaya çıkmasına önderlik etmiştir.
Ressam Albert Anker’in İsviçre halk hayatını resmettiği tabloların birçoğunda çıplak ayaklı çocukları görürüz. Bu köle çocuklar okulda, sokakta, evlerde çıplak ayakları, düşük omuzları, soluk benizleri ile o kadar ortadalar ama bir o kadar da görünmez olmuşlar. Biz bu tablolarda onları, özellikle okul konulu resimlerinde, diğer çocuklarla birlikte ama onlardan hemen ayırt edilebilen özellikleriyle görürüz.
Kendilerine ancak iki senede bir verilen ayakkabıları ya iyice küçük gelmeye başlamıştır, ya da çoktan eskiyip atılmıştır. Büyüme çağındaki bir çocuğun ayakları için iki sene kısa bir zamandır!
Verdingkinder’lerin insanlık dışı yaşam koşulları ilk defa bir filme de konu edildi. Bu gerçeği yaşamış on bine yakın insanla yapılan röportajlardan doğan senaryo, Markus Imboden tarafından çekildi ve 2011 tarihinden itibaren gösterime girdi.
103 dakika süren film, puslu karanlık bir havada tepede, köyden uzakta yeşillikler içindeki bir çiftliğe taşınan bir tabut görüntüsüyle başlıyor. Dayağın, soğuğun, küçük bedenlerin taşıyamayacağı işlerin, bitmeyen çalışmaların yaşandığı çiftlikten çıkmaktadır. İçinde, on yaşında bir kız çocuğu vardır. Ev işlerinin yorucu çalışmalarının ardından geceleri evin oğlu tarafından tecavüze uğramıştır. Köle kız hamile kalmıştır ve sahibesi, çocuğu düşürtmeye kalkmıştır. Kanaması olur, doktora götürülmez. Bir rahip, sorgusuz sualsiz, tabutu alır gider.
Film, o zamana kadar kendi gerçeklerinin kabuğunda yaşayan pek çok insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin; Lyss’ de oturan Hugo Zingg (76) filmin gösterimin ikinci günüde ‚ “Ben de O Cehennemi Yaşadım” diyerek bir gazeteye yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu yazı sayesinde, ikisi de yıllarca köle olarak ayrı çiftlikler de birbirlerinden hiç haber almadan çalıştırılmış iki kardeş birbirlerini bulabildi. İsviçre Çiftçiler Birliği, o günkü çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında bölgede çalıştırılmış tüm çocuklar için resmi olarak özür diledi. Şimdiye kadar bu ticarete aracılık yapan rahipler adına sadece Luzern Katolik Kilisesi özür dilemiş durumda.

DÖVÜLDÜLER, AŞAĞILANDILAR, TECAVÜZE UĞRADILAR

13 Şubat 2012. Biel’e yıllardır görülmeyen yoğunlukta kar yağıyor. Yerel gazeteye verilen küçük bir ilanda; Biel Şehir Kütüphanesi’nde yapılacak söyleşi haberi var. İsviçre’nin karanlık dönemini simgeleyen ‘Verdingkinder’ tanıkları yaşamlarını anlatacak.
Salon saat 19 ‘da gençlerin ağırlıkta olduğu dinleyicilerle doldu. Verdingkinder Derneği Başkanı Walter Zwahlen, dinleyicilere, bu soğukta kendilerine zaman ayırıp dinlemeye geldikleri için teşekkür ederek oturumu başlattı. Katılımcılardan Dora Stettler, Emmental’de yaşadıklarını bir kitapta toplamış. Yaşamını anlatacak ve soruları cevaplayacaktı. Ama ne yazık ki kendisi düşüp dizini incittiği için katılamadı. Onun yerine Dernek Başkanı, onun kitabından bazı anıları okudu.
Dora Stettler, iki kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir çiftliğe kiralık olarak verilir. Tarih 1934. Artık burası sizin eviniz diyerek çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu arkadaşı Karl ile yaşamına sorunsuz ve engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş olduğu elbiseleri tam dört yıl giyer.
Kendisine iki numara büyük gelen ayakkabısını bir numara dar gelene kadar da kullanmak zorunda kalmıştır. Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik sahibinin çocukları giyer. Babaları onları geri almak için tam dört yıl boyunca mücadele eder, sahip çıkar ve sonunda mücadelesini kazanır. Annesinden hep nefret eder. Yıllar sonra bu kitabı yazar.
Charles Probst 79 yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı çocuk” olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı olmamış, hasta olduğunda doktora götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu gerçeği artık tüm İsviçre çapında yapılan toplantılarla anılarını anlatarak, soruları cevaplandırarak bu karanlık dönemin aydınlatılmasına katkıda bulunuyor.
Walter Zwahlen yaptığı açıklamalarda verdingkinder konusunda en çok kitabın İsviçre’de basılmış olduğunu açıkladı. Yalnız İsviçre’de değil, Almanya ve Ukrayna’ya kadar olan bölgelerde de çocuk köleliği resmi olarak uygulanmış. İsviçreli Fotografçı Paul Senn, “Bauern und Mitarbeitern” adlı kitabını bu konuda yıllarca İsviçre’yi dolaşarak çektiği fotoğraflardan oluşturmuş.
Sergiyi izleyenlerin ziyaretçi defterine yazdıklarından bazılarını birlikte okuyalım:
“Ben de bir Verdingkinder idim. Ama çok geç kaldınız.”
“Bakıcı babamın yıllar sonra gazetede ölüm ilanını görünce gazeteyi parçaladım.”
“Bunlar bizim özgür ve zengin ülkemizde mi olmuş? Çok üzgünüm.”
“67 yaşındaki eşimin neden çocukluk ve gençlik yıllarından hiç söz etmek istemediğini şimdi anlıyorum.”
Bugün dernek, yaptığı çalışmalarla devletten tazminat ve özür bekliyor. Çünkü bu çocukların sömürülmesiyle hem devlet hem de çiftlikler zengin olmuş. Şimdiye kadar tek resmi özür sadece Luzern Katolik Kilisesi’nden gelmiş. İsviçre Bilim Vakfı’nın 2004 yılında bu çocuklar için maddi ve manevi özür teklifi ise Federal Meclis tarafından reddedilmiş. Geçen yaz Bodensee ve çevresindeki çiftliklerde araştırmalar yapılmış. Amaç daha çok çocuğa ulaşmak ve bu yaşamları belgelemek… Gelecek yaz Solothurn ve Luzern’deki çiftliklerde de araştırmalar yapılacak.
Aslında çok aramaya gerek yok! Onlar gündelik hayat içinde yanı başımızdalar. Aynı köyden bir tanıdık kadın da o gece oradaydı. Yan yana oturduk. Onunla hep selamlaştığımız için sevindim ve şimdi de yan yana oturduğum için de gurur duydum. O da gelmeme memnun olduğunu söyledi. Tek isteği vardı. Devletin artık resmi olarak özür dilemesi!

Salı, Haziran 14

Toz Pudingli Kurabiye

Ben yaptım serisinde bugün çok kolay bir kurabiye tarifi var.



Malzemeler:

  • 1 paket vanilyalı puding, (kakaolu-hindistan cevizli-damla sakızlı hatta çilekli olabilir)
  • 1 su bardağı sıvı yağ,
  • Aldığı kadar (2,5 bardak) un,
  • 1 paket kabartma tozu.

Yapılışı:


Bir kabın içine vanilyalı pudingi, sıvı yağı koyalım ve karıştıralım.
İçine kabartma tozunu, unu azar azar ilave edelim ve ele yapışmayan bir hamur yoğuralım.
Hamurdan küçük parçalar koparalım.
Sonra elimizle yuvarlak şekil verelim.
Toz Pudingli Kurabiyelerimizi önceden ısıtılmış 175° fırında 15 dakika pişirelim.

IKakaolu da yapmak isterseniz hamurun yarısına kakao ilave edelim ve yoğuralım.